Ürdün
Okuma süresi
Okuma süresi: 34 dakika
Orta
Kobra Takibi
 
 

Bölüm başlığı her ne kadar 90'larda gece yarısı yayınlanan bir aksiyon filmini andırsa da bizzat kendi hikayemi yazıyor ve oynuyorum. Yani yapımda ve yayında emeği geçen tek kişiyim. Ama günüme renk katan karakterler rolünü biraz abartınca ilk bölüme bu başlığı koymamak ayıp olurdu.

"Kış ortasında tur mu olur?" sorusunu sormadan önce biraz bilgilendireyim. Tura çıktığım zaman itibariyle yurtdışı bağlantılı çalışıyordum diyebilirim. Tasarımcıyım ve çalışma şeklim buna imkan veriyor. Aralık ayı başında Britanya dolaylarında yaşayan iş arkadaşlarımdan Christmas zamanı yaklaşırken bir mail aldım. Özetle şöyle yazıyordu: "Altan biz bu dönemde tatile çıkıyoruz, sen de başının çaresine bak". Daha güzel bir mail hayal edemezdim. Normal şartlarda bahar/yaz dönemi haritadan ülke seçip tur planı yaparken bir anda önümde 2-3 haftalık bir zaman dilimi belirdi. Tabiri caizse ben de gelişine vurdum.  

Her zamanki gibi yeni bir ülkeye adım atarken olduğumdan daha fazla sırıtarak pasaport kontrol noktasında yerimi aldım. Tabii ki yazı böyle pat diye başlamıyor. Öncesindeki minik prosedürden de bahsedeyim. Ürdün'e adım atma niyetim var ise Ürdün hükümetinin web sitesinden bir form doldurmam gerekiyormuş. Bunu da check-in esnasında Pegasus görevlisi söyledi. Yoksa check-in yapmıyor. Şaka değil gerçekten yapmıyor. 🤔 Kalacağınız otele kadar yazıyorsunuz ve bir QR code alıyorsunuz. Antalya Havalimanı'nda arkamda sıra bekleyen Muhammed olmasa benim bu forma ulaşmam ve hatta doldurmam imkansıza yakındı. Kendisi dahi site adresini Google'da arayarak buldu. Garip bir cümle olacak ama kalacağım oteli de Muhammed'e sordum. "Holiday Inn Amman yaz geç" dedi. Dedi ama ben ne orada kalacağım ne de rezervasyonum var. Bu prosedürün süreli mi ya da genel mi olduğu hakkında bir fikrim yok. 

Kalacak yerimin olmaması ve sürekli yer değiştirmem ülkedeki güvenlik birimleri tarafından istenilen bir durum değil, özellikle orta doğuya seyahat ediyorsam. Neyse ki bisikletin naifliği işleri biraz kolaylaştırıyor. 2016 İsveç turuna başlarken pasaport kontrolünde Alman panzeri gibi dikdörtgen yüz hatlarına sahip polis memuru ablamıza Stockholm'den Kopenhag'a bisikletle geçeceğimi söylediğimde kontrol amaçlı sorular ufak çaplı muhabbete evrilmişti. Bisiklet anahtar sözcük gibi bir şey oluyor çoğu zaman. O kadar sürüyoruz, hakkımız geçsin yani.

Uzatmıyorum uçtum, indim. Fakat Queen Alia'da (Amman Havaalanı) olaylar biraz farklı gelişti. İkinci bir sorgulama için güvenlikten sorumlu polisle pasaport kontrol noktasından biraz uzaklaştık ve detaya indik. Antalya'da doldurduğum formdaki otelin adını söyledim. Yazdığım ve konuştuğum birbirini tutuyor. Ama tutmayan tek şey benim o otelde kalmayacağım. Sonrasında başka otellerde de kalacağımı ve yolculuğun nasıl gelişeceğini "özgürüm ben, karışmayın bana" havası vermeden anlattım. 5-10 dakika kadar sordu, cevap verdim, pasaportu aldım, şükranımı sundum. "Şükran" Arapçada "Teşekkür" demek. Bu işi de çevik bir şekilde halledip standart dışı bagaj alanına yöneldim. 

İkinci aşama kutu teslim alma ve kurulumdan ibaret. Kutu benden önce gelmiş. Havaalanında kuytu bir yer bulup kutusundan çıkardığım bisikletin kurulumu çok da uzun sürmedi çünkü havaalanı bomboş. Yıllarca hava yoluyla bisiklet taşırım fakat ilk kez lastiklerin havasını indirmeyi unuttuğumu kutuyu açınca fark ettim. Sanırım bu durum tur esnasında unutacağım şeylere dair ilk mesajdı. Bir Arap ülkesinde gecenin 3'ünde bisikletle dolaşmak kulağa pek mantıklı gelmeyeceği için sabah gün ışıyana kadar bekledim. "Dışarısı buz kesiyor" desem yalan olmaz.

Siz nasıl istiyorsanız bundan sonra yazacaklarımı öyle hayal edin. Yazının güzelliği bu zaten. Esasen müzik de aynı. Aynı müziği dinleyip farklı duygular hissedebiliyor insan. Kırgızistan turuna çıkmadan önce Cengiz Aytmatov'un tüm kitaplarını okumuştum. Okurken de fonda Soner Canözer albümlerini dinlemiştim. Aytmatov'un eserleri çoğunlukla Orta Asya'da geçiyor ve bilindiği gibi ana tema bozkır. Bozkırın sonsuzluğu ile müziğin sakinliği birleşince kitap okuma zevkim başka bir seviyeye ulaşmıştı. Eğer kitap okurken müzik dinlemek konsantrasyonunuzu kaybetmenize neden olmuyorsa net olarak kesinlikle arttırıyordur. Bu müzikleri artık mazinin tozlu sayfalarında kendisine yer bulan kız arkadaşıma dinlettiğimde cumhuriyet dönemi müziklerine benzediğinden bahsetmişti. Özet olarak "Ürdün gezilecek yerler" gibi bir bilgi arayanlar hayal kırıklığına uğrayabilir. Bir şeyler bırakıp insanların kendi kafasında yorumlaması beni daha çok tatmin eder.

Neyse devam ediyorum. Ürdün'de iki günde yaşadığım stres yükünü şu ana kadar gezdiğim tüm ülkelerin toplamında yaşamadım. Hafif gerginlik iyidir, kişiyi diri tutar fakat bu bana da biraz fazla geldi. İlk kez ne yaptığımı sorgulamak zorunda kaldım.

Gün doğmaya yakın havaalanı içerisindeki bankamatikten beni Akabe'ye atacak kadar para çekip dışarı çıktım. Çadır yanımda olsa da tamamen çadır odaklı bir tur olmayacak. Konaklamanın bir kısmını otelde yapacağım için ödemeleri de Booking üzerinden halledeceğim. Yani her zaman yaptığım gibi dengeleyeceğim.

Aracın ne olduğundan bağımsız konuşuyorum, birçok havalimanında olduğu gibi yanlış bir yol seçip dışarı çıkarsanız artık o yoldan gidiyorsunuz. Bisiklet üstünde güney neresi, kuzey neresi diye bir vücudumu bir telefonu döndürürerek harita kontrolü yaptıktan sonra tasarladığım rotada Amman yoluna devam edip 15 km kadar ilerledikten gidonu sola çevirerek Medeba üzerinden Ölü Deniz'e ulaşmak vardı. Ölü Deniz, Lut Gölü ya da Dead Sea olarak da biliniyor fakat ben Ölü Deniz olarak yazacağım. Kafamız karışmasın. 

Amman'a gir-çık bana zaman kaybettirecek. Bu seçim için "tatlıyı sona bırakmak" tabirini kullanabilirim. Benim işim tatlıyla değil ana yemekle olacak. Ana yemek de biraz acı olacak.

Turun genel planı ise şu şekilde. Batıya yönelerek Kızıldeniz'e inip Jordan Valley Highway'i takiben Akabe körfezine ulaşmak, geri dönerken de Desert Highway'i kullanıp Wadi Rum, ardından Kings Highway'e sapıp Wadi Musa ve ardından tekrar Medeba yapıp final noktası olan Amman'da turu bitirmek. Kenafir gözlü Cadı Sila'nın mağarasından sevgilisini kurtarmaya çalışan Hügo kadar zor bir görevim var. 

Yolda dikkatimi çeken ilk şey Amman yolunda birçok noktada (yaklaşık 3 km'de bir) polisin zırhlı araçlarla kontrolü sağlaması oldu. Tüm araçların üzerinde uçaksavar var. Ayrıca jandarma da sürekli devriye geziyor.

Bir saçma durum daha var ki hayatımda ilk kez böyle bir şey yaptım. Kotla bisiklet sürmek hem de tüm gün. Nasıl olsa bir yerde değiştiririm derken unuttum, üşendim diye hep geri plana attım ve bir noktadan sonra değiştirmem imkansız ve mantıksız hale geldi. İlk başlarda hava soğuk olduğu için de dert etmedim açıkçası ama öyle işte. Anlatacağım. Tüm gün böyle geçti.

Velhasıl Medeba yoluna dönüp planladığım rota üzerinde yerimi aldım. Yalnız hava hala soğuk. Plan demişken bir es vermekte yarar var. Plan adı üstünde sadece teoride. Uygulamaya geçince işler değişiyor. İşler yolunda giderse plan tutar. Bazen sekteye uğrar, kaldığı yerden devam eder. Bazen bozulur. Bozulursa başka bir plan, o da bozulursa yeni bir plan oluşturulur. İlk seyahatlerimde plan kapsamını A ve B noktası arasındaki yapılacak sağlıklı bir seyahate indirgemekte iken şu anda süreci çeşitlendirebiliyorum. Diyelim ki hava kararıyor ve koşullar içinize dert oluyor. 20 km bir yolunuz var. Çalın bir kapıyı gideceğiniz yere kaç km olduğunu sorun. Otel ya da çadırda geçireceğiniz boş zaman yerine belki de tanıştığınız kişi size kahve, sıcak bir yemek ve sohbet armağan edecek. Tabii bunları g.tümden sallıyorum çünkü bana kimse gel kal demedi şu ana kadar. Bu durum benden de kaynaklanıyor olabilir. :) Bazen neden Warmshowers üzerinden evime konuk ettiğim turcular kadar arsız olamıyorum düşüncesi aklıma geliyor. Neyse boşverelim beni ama ülkenin sosyo-kültürel, sosyo-ekonomik yapısını tanımak için bir fırsat olarak, en azından fikir olarak "kapı çalmak" deyimi burada dursun. 

Yaşadıklarımla ilişkilendireceğim anıları ilerleyen bölümlerde okuyacaksınız. Avrupa'da aşağı yukarı nelerle karşılaşacağımı bildiğim için bana çok heyecan vermiyor ama Orta Doğu ya da Asya'ya gideceksem gerçekten büyük bir bilinmezliğin verdiği hazzı tarif etmem mümkün değil. Gelip deneyimlemek gerekiyor sonuna kadar. İmkanınız varsa ve benim gibi konfor alanından çıkıp hafif delilikler yaşayarak kan akışınızı hızlandırmak isterseniz tek gelmenizi öneririm. Turla, kafileyle gelip gezenlere de lafım yok ama kontrolün başkasında olması benim arzuladığım bir şey değil. Sürüden ayrılanı kurt kapacaksa kapsın napalım. North Face'in sahibi bile hipotermiden öldüyse bizim başımıza kim bilir ne gelir. 😄

Medeba'ya hoş geldiniz

Dönemin Medeba'ya. Tarihi yerlere yakın olan şehir merkez olarak ortaya konumlanmış durumda. Dini bütün bir yerleşim birimi diyebiliriz. İlk molayı şehrin girişine yakın yol üzerinde kahve içmek için verdim. Mekanı Ahmad işletiyor. Bisikletten inerken sağ ayakkabının kalinin gevşediğini hissettim. Kal dediğimiz şey pedalın ayağa oturması için kullanılan zımbırtı. Kontrol ettiğimde kaldeki vidalardan bir tanesi yoktu. Ahmad'in ingilizcesi pek yok ama beden diliyle dur çözeriz şimdi dedi. Yok yahu bu vida farklı bir şey. Israr etsem de, "Yapma Ahmet!" desem de dinlemedi. İçinde her türlü elektrikli eski püskü şeyin olduğu, karıştırınca toz duman yükselen dev bir kutuyu önüne koyup eşelemeye başladı ve birkaç dakika sonra bir adet vida bulup "al" diyerek uzattı. Kafası alyan için değil, tornavida ile sıkılan cinsten ama aynı genişlikte. Ayakkabıyı ters çevirip kale taktığım gibi de oturdu. Medeba'da üç metrekarelik ayaküstü kahve dükkanından kal vidası problemimi çözerek çıkmanın şaşkınlığı içerisindeydim. Eskiden oto tamiri üzerine çalıştığını söyledi. Yüzümde aptal bir gülümseme ile tekrar sürmeye başladım. Turun akışını etkileyecek bir problem değil ama alakasız birilerinin böylesine tuhaf bir prolemi çözmesi çok ilginç. Güzel bir anı ve sıcak kahveyle içimi ısıtıp yola devam ettim. Diğer ayakkabıdaki vida da gevşeyip düştü (Her kalde 2 vida var). Tur öncesi gevşek mi bıraktım vidalar mı gevşedi anlamıyorum ama ilk günden tüm vidaları ayı gibi tekrar sıktım ve yola devam ettim. Başladım da denebilir.

Medeba çıkışında biraz Polar'ın (GPS) biraz da internetsizliğin azizliğine uğradım. Yolu uzatmak durumunda kaldım. Aslında çarşının içerisinden geçip yol ayrımına geldiğimde göz atmam gereken cihaza bakmaya üşenince sonucuna katlanmak kaçınılmaz oldu. Telefonda ise yıllardır olduğu kimi Komoot kullanıyorum. Neyse üşengeçlik işte. Gerçi yanlışlıkla girdiğim yolu da sevdim. Gayet tatlı in-çık'ları olan bir yoldu. 

Medeba'ya ulaştığımda yaşadığım kültür şoku heyecandan nabzımın artmasına sebep oldu. Şehir içinde bisiklet üzerinden inmesem bile an'ı yaşamak ve içinde bulunmak Youtube'da bir arap şehrinin videosunu izlemekten kesinlikle çok ama çok farklı. Yazılar, sayılar, trafik, yaşam vs. her şey çok farklı. Gördüklerinizi görsel olarak hafızaya atmaktan başka bir seçeneğiniz yok. Bu ruh hali hoşuma gitmedi diyemem. İşte buna tam anlamıyla deneyim deniyor.

Çoğunlukla şehir girişlerinde hislerime güvenirim. Bu hisler deniz ya da göl olan yerlerde daha da kuvvetli oluyor. Sanki yolu biliyormuş gibi sürüp o su birikintisine bir şekilde ulaşıyorum. Şehir çıkışında ise trafiğin verdiği stres ara sıra konsantrasyonu bozabiliyor. Bisikletin pek araçtan sayılmadığı yerlerde iki türlü durum yaşanıyor. İlki ve olması istenen size yabancı gibi davranıp hoş karşılamaları, diğeri ise yine yabancı gibi davranıp kendilerinden saymamaları. Baştan belirtmek isterim ki bu iki durumun da gelişmişlik ile hiç bir alakası yok. Yani Orta Doğu'da da Avrupa'da da başınıza gelebilir. Tecrübeyle sabittir. Başka turların maceralarını buraya dahil edersem yazı bitmez.

İkinci molayı Medeba çıkışını ararken verdim. Bir bakkala girdiğimde 37 ekran televizyonda Türk dizisi oynuyordu. Şaşırdık mı? Tabii ki hayır. Yurt dışında gördüğüm kadarı ile TV + VCD beraberliği hala neslini devam ettiriyor. 

Kendimi nihayet doğru yola soktuktan biraz sonra Ölü Deniz sağ tarafımda belli belirsiz gözüktü. Açıkçası o an göreceğim aklıma gelmediği için biraz da şaşırdım. Keşfetme duygusu olmasa heyecan olmaz. İşte coğrafya kitaplarından bildiğimiz en derin kara parçası uzaklarda mavi puslu bir boşluğun etrafını sarmış duruyor. Deniz seviyesinin altında 400 metre. Yani şöyle bir mantık yürütürsek Ölü Deniz'den Kızıldeniz'e ulaşmak için yerin altından 400 metre tırmanmak gerekiyor. Ölü Deniz'in ardında da Filistin ve İsrail gözüküyor. Hangisi Filistin hangisi İsrail siz karar verin artık. Çünkü Orta Doğu dediğimiz bok çukuru tam bir muamma artık.

Çocukken duyduğum, kitaplardan gördüğüm yerlere gitmek beni daha fazla heyecanlandırıyor. Gazetelerin verdiği o ansiklopedileri karıştıran çocuğun ta kendisiyim. Bir saate kadar yanına ineceğim bu doğa harikası sağ yanımda uzaklarda bana eşlik ederken araziler arasından geçip Ölü Deniz'e doğru inen toprak yollar beni çağırıyordu. Yeşillikler arasından uzun otlara dokunarak bayır aşağı koşan Egeli çocukları hayal ettirmiş olduysam özür dilerim. Maalesef her renk sarı ve tonlarından ibaret. İlk günden nereye gittiği bilinmeyen toprak bir yola, yeni ve kurallarına aşina olmadığım bir ülkede girmek fazla cesurca olabilirdi. Bu turda kullandığım bisiklet bir gravel ve her türlü araziye girmeye imkan veriyor. Fakat sadece bir yerde işe yaramadı. Keşke birisi beni filme alsaydı diyeceğim kadar garip bu yeri de ilerde yazacağım.

Gelelim hava durumuna. Ölü Deniz semalarında hem güneş hem de nemin etkisiyle hava hafiften ısınmaya başladı. Aşırı kontrolsüz bir rüzgarla boğuştuğum için yine de üstümü çıkarmadım. Arada kalan hava en sevmediğim hava diyebilirim. Nasıl giyineceğini bilememek bir yana, bu durum aynı zamanda hastalığın kıyısında gezmek anlamına geliyor. "Rüzgarlı 12-18 derece" anlattığım duruma güzel bir örnek olabilir. En azından bisiklet sürenler için sinir bozucu bir aralık. 

Uzaktan görüp pek sevmediğimiz ama yanına gittiğinde mutlu olduğumuz bir şey var. Tepedeki vericiler. Verici görürseniz yokuşun muhtemelen tamamlandığı ve inişin başladığı anlamı çıkarılabilir. İşte o mutlu an sonrası ben de gereğini yaptım. Beş dakikalık bir sürüşün ardından Ma'In'e ulaştım. Ma'In termal açıdan zengin bir yer, Ürdün genelinde olduğu gibi. Sonrasında Panorama diye bilinen, Ölüdeniz'e tepeden bakan güzel bir yere yöneldim. Kapıdaki görevliler ücret anlamında ufak bir yardımda dahi bulundular. Manzara açısından burası gerçekten muazzam. Tek bir kare fotoğraf çekme hakkım olsa yine girerdim. Harika!

Araya bilgi notları ekleyelim; Yol kalitesi hakkında da güzel deneyimlerim oldu. Hava alanı çıkışından itibaren hayal ettiğimden daha iyi bir asfaltta sürmeye başladığımı belirteyim. Yollar an itibariyle boş. Medeba'nın hemen çıkışında yerleşim yerleri sona erse de dağlık arazide hayvan otlatanlar var. Yalnız problem şu ki ot yok, ağaç yok, yeşile dair hiçbir belirti yok. Hayvanları da geçtim, insanlar ne yer, ne içer burada gibisinden sorular aklımı meşgul etti Panorama'ya ulaşıncaya kadar. Panorama'daki yeşillik de insan eliyle yapılmış birkaç ağaç zaten. Onlar da hurma ve sıklıkla aloevera. Flora bilgim yok denecek kadar az ama aloevera bitkisinin bu kadar büyüyebileceği aklıma gelmezdi. 

Karnımı doyursam mı diye düşünürken seyir alanının restoranında bekleyen Annette ile tanıştım. Kafamda yemek gelene kadar laflamak vardı ki öyle oldu. Yemeğin gelmesi de 20 dakikayı buldu. Çok genç görünmesine rağmen Amerikalı emekli bir avukat hanımefendi kendisi. Planlar üzerine sohbet ettik biraz. Ölüdeniz kıyısını sürüp Akabe Körfezi'ne doğru yol alacağımı söyledim. O da otele döndükten sonra karar vereceğini. Rehber kiralamış ve tüm ülkeyi bu şekilde geziyor. Maddi durumu iyi olanlar için bu tercihin Ürdün özelinde doğru bir karar olduğunu söyleyebilirim. O kadar seyahat hakkında konuştuk ki ayrılırken "Dünyanın bir başka yerinde görüşmek üzere" dedim, "bunu da ilk kez birisine söylüyorum" diye de ekledim ve yanından ayrıldım. Benim gibi gezerek deneyimlemeyi tercih eden kişiler ile konuştuğumda aramızda ufak bir sinerji oluştuğunu görüyor ve hissediyorum. Bu da ayrı bir zevk veriyor. Tek kadın gezgin için Ürdün mantıklı bir ülke mi emin değilim açıkçası.

Çekilebilecek en güzel yerden fotoğraf çektiğime kanaat getirdiğim için artık -400'lere kadar hızımı kesmemeye karar verdim. Tam Ölüdeniz yol ayrımına indiğim anda bir tur bisikletçisinin geçtiğini gördüm. Arkadan yetiştim. 10 saniye kadar konuşmak yetti. İngiliz olduğuna karar verdim. İş arkadaşlarım İngiliz olunca haliyle aksana aşinayım. İsim hafızam biraz zayıf ama adının Eric olduğunu hayal meyal hatırlıyorum. Bir süre beraber pedal çevirdik. Bu arkadaş da gazeteci. Karakteri tam olarak tanımlamam gerekirse "Başına ne gelirse gelsin ağzını ayırıp gülen tiplerden" diyeyim siz anlayın. Zararsız nihayetinde ama aşırı enerjik insan beni geriyor. Ben fotoğraf çekiyorum, o gidiyor, o duruyor, ben basıyorum. Uzun bir süre bu şekilde birbirimizi geçip bekleyerek yola devam ettik. Beklemelerin başka bir nedeni de pasaport kontrolü.

Ölüdeniz kıyısından

Evet buraya kadar okumayı başaranlara teşekkür ederek dark side'a geçiyorum. Ölüdeniz kıyısında ortalama 15 km'de bir polis karakolu var. Ayrıca aynı Amman yolunda olduğu gibi jandarma sürekli devriye geziyor. Öyle ki yol üzerindeki bazı mıntıka alanlarında çoğu jandarma aracının karşılıklı geçtiğini görmek mümkün. Yoldaki gerginlik kokusu hissedilir düzeyde. Sık sık pasaport kontrolü için durunca bir sonraki noktada yavaşlayıp pasaportumu görmeye ihtiyaçları olup olmadığını ben sormaya başladım. Bunu yapmanın diğer nedeni ise sulukları doldurmak. Çünkü yolda su bulmak yerleşim yeri olmadığı için zor. Her sorguya çekene yol planını baştan anlatmak da ayrı dert. Rahatlık, güler yüz ve ikna kabiliyeti konusunda biraz uzmansanız dil bilmeseniz dahi karşı tarafın gönlünü almanız olası. İngilizce bilmeyen polis/asker burada da bolca var. Hepsi pasaport istemiyor. Biraz konuştuktan sonra gerek yok diyerek yollayan da var.

Eric basmış gidiyorken ben ise yatay ışığı bulunca fotoğraf derdine düştüm. Ölüdeniz rüzgar sebebiyle biraz dalgalı olsa da garip bir güzelliği var. Ölü denmesinin nedenlerinden biri de içerisinde canlı yaşamaması. Evet balık yok. Sadece sınırı korumak için gezen sahil güvenlik teknesi gördüm o kadar. Zaman içerisinde dalgalar tuzları sahile taşıyarak kıyı boyunca aşınan yerleri beyazlatmış. Normalin 10 katı tuzlu bir yer burası. Gözünüze su kaçarsa açık söylüyorum sıçtınız :) Yalnız çamuru meşhur. Kozmetik açıdan zengin ürün çeşitliliği sağlıyor. Güzellik uğruna her tarafına her şey süren kadınlar için bulunmaz nimet.

Solda Antalya'nın falezlerine benzer 50 metreye varan yüksek kayalar, sağda mavilik bana eşlik ediyor ama gereksiz romantizm yapmayacağım, çünkü içimde bir kuşku var. Bu kadar güvenlik seviyesinin yüksek olduğu yerde kamp kurmak sıkıntı yaratacak gibi duruyor fakat başka çarem de yok. Bir de sahil haricinde kamp kurulacak bir yer göremedim. En yakın şehir yol üzerindeki Al Mazra olsa da oraya yetişmek için bir sebebim olmadığını biliyorum. Otel yok. Zaten çadırda kalacağım için şu aşamada otele gerek de yok. 

Eric ilerde uzun süredir bir şeylerle uğraşıyor ve ben de sakince yaklaşıyorum. Lastik patladığını anladım. Çoçuk da son bir yama var, levye kırık vs. yolda böyle gidiyor. Dış lastikler de son demlerini yaşıyor zaten. Bu Avrupalı kafasını bazen gerçekten anlamıyorum. Birçok kez karşılaştım ve tabiri caizse yolda çok sorumsuzlar. Ne çanta düzeni var, ne yedek malzeme. Neyse yardımcı oldum da lastik işini çözdük. Yani anlamıyorum desem de sebebini biliyorum. Tamamen tecrübe kaynaklı bir bilgi vereyim. Avrupa'dan tura başlayan çoğu turcu hayatında ilk kez büyük bir yolculuğa çıkıyor. Çoğu da yirmili yaşlarda. Öncesinde büyük bir deneyimi bırak 5-10 günlük dahi tur deneyimi olmuyor bu insanların. İnsan kendisini fiziksel olarak hazır hissedebilir fakat gereksinimlerini de bilmesi gerekir. Dönüp kendime baktığımda ise tam tersini görüyorum. Yani fiziksel olarak patates çuvalı gibiyken "nasıl olsa yolda toparlarız" mantığı ile birçok kez tura başlamış ve yolda toparlamışımdır. Malzeme olarak eksiğim gediğim olmasın gerisi nema problema.

Bu arada son durduğum polis karakoluna kamp yapmanın serbest olup olmadığını sordum. Problem olmayacağını ve istediğim yerde yapabileceğimi söyledi. Büyük ihtimalle memur arkadaşın iş bilmezliğinden söylediğini düşünüyorum. Eric'le yolları ayırdık. O El-Mazra'ya doğru yol alırken ben artık alıcı gözle çadır kuracak bir yer bakmaya başladım. Açıkçası enerjimin pek tutmadığı insanla beraber sürmek istemedim.

Havanın kararmasına biraz daha var. Sahil yolunda 1 m2'lik bir kulübede içecek ve bisküvi satan İbrahim'e rastladım. Kayalıkların hafiften kapattığı sote bir yeri de gözüme kestirdim. Akşam atıştırmak için bir şeyler alıp mimlediğim noktaya gittim. Çantaları bisiklet üzerinden söküp çadırı çıkarırken hooop jandarma kulübenin yakınlarından bağırdı. Aha dedim macera başlıyor. Kamp kurmanın yasak olduğunu ve acilen oradan uzamam gerektiğini söylediler. İngilizce yok ama anlıyorum ben. El yordamıyla ve İbrahim'in İngilizcesiyle anlaşmaya çalışmak işe yaramadı. Çünkü kafa olarak askerle anlaşamıyoruz. İlerde otel yok. Daha doğrusu El-Mezra'ya kadar hiç bir şey yok. Enerjim de yok. Bir önceki gün uçak vs. derken uyumadım, hava alanında da uyuyamadım. Yerel saatle sabah 7'den beri bisiklet üzerindeyim. Günü de kafamda bitirdim. Her şey yanlış gelişmeye başladı. Şehir merkezine gitmek zorunda olduğumu söylediler. Ya gitsem n'olacak? Gecenin körü toz toprak, rüzgar soğuk... Bir Arap şehrinde kalacak yer dahi yokken ne yapmamı bekliyorlar emin değilim. Eşyaları topladım, bisiklete tekrar yükledim. Taşıyamayacağım içecekleri İbrahim'e verip para iadesini aldım. "Senin diğer arkadaşın nerede?" diye sordular. Henüz yolda tanıştığımı ve kendisinin planı hakkında fikrimin olmadığını ama El-Mezra'ya doğru gittiğini söyledim ki doğru. 20-30 km civarı bir yol olduğunu hatırlıyorum ama hayalimde çadırı kurup kafayı koyduğum gibi uyumak varken an itibariyle gece yarısı bisiklet süreceğim. 

Macera başladı. Jandarma aracı arkada ben önde gidiyoruz. Bir ara bir hayli geride kaldıklarında takibi bıraktıklarını düşündüm (Ya da öyle düşünmek istedim). Yol kenarında Ölü Deniz'e nazır keyif yapan 4-5 kişi el sallayınca belki İngilizce biliyorlardır da bir yardımları dokunur diyerek yoldan sapıp yanlarına sürdüm. Askeri araç aniden gelip yola devam etmem gerektiğini söyledi. Hafiften tırsmadım değil. Adamlara da araca binip o bölgeden uzaklaşmalarını söylediler. Bana olan hınçlarını kendi çapında eğlenen insanlardan çıkardılar diyebilirim. Ses tonlarından böyle anladım.

Hava tamamen karardı. Tüm yolu askeri aracın önünde sürdüm. Çöl ikliminde sıcaklık farkının normalden çok farklı olması yetmezmiş gibi irtifa farkı da dengemi bozdu. Gece vakti yolda soğuk içime işledi ve mideyi üşüttüm. 5 kez yol kenarına çekip istifra ettim. Ne midemde yemek kaldı, ne gözümde yaş. Araçtaki arıza asker ikilisi de bekledi tabii. Yani isterlerse beklemesinler o an için çok da umrumda değildi. Yol bitmek bilmedi. Özellikle El-Mezra'da çarşının içinden geçerken askeri aracın önünde bisiklet sürdüğümü gören insanların gözleri üzerimdeydi. Kendimi önemli gibi mi hissettim suçlu gibi mi karar veremedim. :) Yol 24 km ama birisi çıkıp "Sen 60 km sürmüşsün o gece" dese doğrudur derim.

Nereye gittiğimi ya da nereye götürüldüğümü bilmeden yola devam ettik. Evler bitti, çarşı bitti, şehir bitti. En son çıkıştaki benzinliğin karşısında durduk. Yani ben durdum. Çünkü sonrası yok, sonrası karanlık.

- Evet napıyoruz? 

+ Akabe'ye gidiyorsun.

- Nasııııl? (Mecnun Çınar stayla)

+ Bize öyle söyledin oraya gideceksin, burada kalamazsın. (Kısacası mıntıka alanımızdan çık diyorlar)

- Akabe buradan 200 km. Uyumadan gidemem. Ayrıca ben geziyorum. Amacım ulaşmak değil gezerek gitmek. Uyumam lazım. Ya da beni hastaneye götürün.

Hastane falan derken başlarına iş alacaklarından korkmuş olacaklar ki kendi aralarında konuşmaya başladılar. Ben öğürerek tükürmeye devam ediyorum. Bağırsağıma kadar kustuğum için içimde bir şey kalmadı. İçimden bir yandan ülkenin coğrafyasına diğer yandan bu insanlıktan nasibini almamış empati yoksunu iki canlıya söverken, "Buraya yatarım gerisine karışmam. Bana kalacak bir yer gösterin oraya yatayım, ya da atalım bisikleti araca beni Akabe'ye götürün" dedim ve toprağa uzandım, kafamı çantaya yasladım. Üstüm başım toz duman kum. Leş gibi bir haldeyim. Yani allahtan yanımda su var. Olmasa ne olur düşünemiyorum. Vermez bunlar. Bir gram alt perdeye inmiyorlar. Müslümanlığın zirvede yaşandığı bir ülkede nuh deyip peygamber demeyen insanlara denk geldim. Şu an bu ikisinden birisini sokakta görsem tanırım, o kadar zihnime işlediler. 

Biraz daha kendi aralarında konuştuktan ve ufak çaplı bir telefon trafiğinden sonra çaprazdaki benzinlikte otel olduğunu ve orada kalabileceğimi söylediler. Fakat tek bir şartları var. Sabah 6'da kalkıp terk edecekmişim orayı. 😀 Şartını yediklerim çok meraklıydım sanki kalmaya. Muhtemelen ölmemden korkmuşlardır o an. Nihayet ayrılıp yolun karşısındaki benzinliğe geçtim. Beraberliğimize kısa süre ara verdik.

Olmayan otel

Benzinliği Pakistanlılar (kısaca Paki diyeceğim) işletiyor. Paki'ye otelde kalacağımı belirttiğimde benzinlikte bir otel olmadığını söyledi. 😀 30 dakika boyunca da durumu buna anlattım. Başka bir askeri araç yanaştı onlara da ayrıca anlattım. Benzinliğin maskotu oldum. Gerçekten kafayı yemek üzereyken bu kadar sakin kalmamın tek sebebi çaresizlik. Üzerimdeki kot terden leş gibi bembeyaz, üstüm toz, başıma bir sürü saçma sapan olay gelmiş ve uykusuz geldiğim orta doğunun sikko bir yerinde 35'lerinde bir Paki'ye çalıştığı benzinlikte bir otel olduğuna ikna etmeye çalışıyorum. Normal şartlarda gülerim ama şartlar anormal artık. Benzinliğe ait yapının girişinde camdan bir oda var. Asker gazinosu aydınlığında belli belirsiz bir flouresan yanıyor. İçerisi sivrisinek dolu, havasız, sıcak, çok sıcak! Ayrıca fareler geziyor falan diye aklınca beni caydırmaya çalıştı bu mavi tenli arkadaş. Valla bakınca farenin gezme olasılığı da yüksek esasında ama yine de benim ilk amacım uyumak ve tüm yaşadıklarımı biraz olsun unutmak olduğu için içerde ne gezdiğinin bir önemi gerçekten yok. 

Ya açık söyleyeyim, bakışları acayip rahatsız ediyor insanı. Bir millet genetik olarak göz kırpmadan avına odaklanma özelliğine nasıl sahip olabiliyor. Hintliler de aynısının laciverti. Çok ilginç bir şekilde artık yardımcı olası mı geldi nedir bir adet vantilatör getirdi en azından sinekleri dağıtır diye. Bir de içerden döşek gibi bir şey bulup verdi altıma sermem için. Döşeğin ne kadar kirli olduğunu izah edemeyeceğim ama yine de yerden temiz olduğunu düşünüyorum. Üstüne hijyen seviyesini arttırmak için çadır altlığını serdim. Üstüne de çadırı kurdum. Cüzdan telefon değerli ne varsa yanıma alıp yattım. Peki uyudum mu? Tabii ki hayır. O an dünya kupası finali var ve benim yattığım odada camın hemen dışında 5-6 kişi telefon ekranından final maçını izliyor bağıra çağıra. Maç bittiği anda sanırım uyudum ama kısa sürede aşırı yoğun bir ışık ve sesle uyandım. Askeri araç geldi ve farlar bana dönük şekilde durdu benzinlikte. Camda belli belirsiz bir kaplama olsa da ışık süzülerek direk benim çadıra vuruyor. Araçtan inip kapıdan çadıra bakıp bir şeyler de konuştular ama ben hareket etmeden ölü taklidi yapıyorum tabii. O gece 3 kez daha asker beni kontrole geldi. 

Güne dair bir not: Problem yaşamaya başlayacağımı düşündüğüm andan itibaren fotoğraf çekmeye ara verdim. Bu yüzden askerle ilk iletişim anından itibaren bir görüntü yok. Fotoğraf çekecek motivasyon da olmadığı için elim telefona gitmedi.

Evet sabah saat sabah 6:00. Gerilim filminin 2. gününe hoş geldiniz. 

Beni gece takip eden araç tam zamanında tekrar geldi. İçerisinde de aynı askerler. Asker demişken 20 yaşında olan erlerden bahsetmiyorum. Hayalinizde böyle canlanmasın diye yaş vereyim. Ortalama 40-45 bandında, mesleği askerlik olan ordu mensubu kişiler bunlar. Ben geleceklerini adım gibi biliyordum fakat kalkıp hazırlık yapmadım. Nasıl olsa gelecekler, o zaman gelip uyandırsınlar. Maksimum ne kadar uyursam o kadar iyi. Asker olan onlar. Yani 6'da kapıya dikilmek için 5'te uyanıp hazır kıta tekmil veremem. O işleri 20 sene önce Bagoglar'da terörist peşinde koşarken bıraktım ben.

Askerler kapı dışında beklerken yavşak Paki yine gözünü dikti bana bakıyor. Çünkü üstümü değiştirip formayı, taytı giyeceğim. Yani neden beklediğini de adım gibi biliyorum, siz de biliyorsunuz. Arkamı dönmeden takımları karşısına alıp taytı giydim. Utanmam böyle şeylerden. Kovmadım. Ne askerler ile ne de bu zibidiyle tartışmak istemiyorum. Bulunduğun kabın şeklini alma fikrini savunmasam da bulunduğun yere göre hareket etme durumu olabiliyor. Bir daha ne o benim görecek ne ben onu o andan itibaren. En azından hafızasında g.tüm kalmasın. 😂 

Çadırı topladım, çantaları hazırladım. Bisiklete yükledim derken askerlerden biri bana lastiği gösterdi. Süpriiiizzz. Patlak sonrası gece lastiğin havası inmiş. Nadiren de olsa bisiklette bu durum yaşanabiliyor. Sürersin, sabah bir bakarsın lastik patlamış. Neyse yamayla uğraşmadan iç lastiği değiştirdim. Kahvaltı vs. durumları yok tabii, çünkü asker beklemez :) Benzinliğin yanındaki ufak marketi içecek bir şeyler almak için rica minnet açtırdım. Kepengin altından girdim. Marketten çıkarken dalgınlıkla beraber baaaaammm!!! kepenge çılgın bir oğlak gibi tosladım. Beynim yerinden fırladı o an. Sesin gelmesiyle beraber yer gök inledi. Paki'ye de gülmekten kalp krizi geçirecek sebep çıktı. Yarım saatlik zaman diliminde olan şeylere bak. Daha sürmeye başlamadım. Buz da yok. Yere çöktüm suyla ovaladım. 

Güne bu kadar saçmalıklar silsilesi ile başlamak için ne günah işledim bilmiyorum. Ya da kutsal topraklara geldik diye mi bunlar bana reva görülüyor onu da bilmiyorum. İlk sezon finalini en heyecanlı yerinde bitirmiş dizi, ikinci sezonuna aksiyonlarla başladı resmen. Yeniden asker eskortunda yola koyulduk. Onlar arkada ben önde gidiyoruz. Biraz sürdükten sonra kafam cidden acımaya başladı. Kaskı çıkardım ve kepin üzerinde genişçe kan izi olduğunu gördüm. Alın bölgesinde olsa sorun değil ama saçların iç kısmında kanama var. Gerçekten en büyük derdim bu değil. Artık büyük resim canımı sıkıyor. Bu arada o kepi hala kullanıyorum ve kaç kez yıkamama rağmen kan lekesi çıkmadı. 

Dümdüz güneye doğru yöneldik. Terk edilmiş bir durak görünce sağa çekip bisikleti yasladım ve fındık fıstık atıştırmaya başladım. Kendilerine de almayacaklarını bilmeme rağmen ikram etmek için araca yöneldim. Tabii ki almadılar. Molayı biraz fazla uzattığımı düşündükleri için de aracı kullanan elleriyle "hadi gidiyoruz" dedi. Bu ikiliyi şöyle tanımlayabilirim; birisi üflesen uçacak kadar zayıf ve ufak, diğeri ise uzun boylu, yapılı, yarma gibi bir tip. Düşük bütçeli film karakteri kadar birbiriyle tezatlar.

Mola yerinin az ilerisindeki Arab Potash (Ölü Deniz'den mineral çıkaran bir fabrika) ve onun girişinde bir benzinlik görünce planım değişti. Akabe Körfezi'ne otobüsle giderek rotayı tersten yapmayı düşündüm. İzimi kaybettirmem ve bu saçmalıktan kurtulmam gerekiyor. Takibi bıraktılar diye düşünürken başka bir askeri aracın beni benzinlikte beklediğini gördüm. Muhtemelen diğerleriyle ilişkim bitti. Tereddüt etmeden yeni aracın yanına giderek konuşmaya çalışsam da yine İngilizce yok. Temkinli olmalarına rağmen bunlar biraz daha ılımlılar. En azından arkamdan "hadi gidiyoruz" diye kovalayan olmadı.

İhtimaller denizi

Markete girip atıştırmalık aldıktan sonra kasiyere Akabe'ye nasıl gideceğimi sordum, o da etrafına. En yakındaki yerleşim birimi olan Gawr as-Safi'de otobüsün olup olmadığını bilen yok. Ülkede toplu taşıma diye bir şey de yok zaten. Akabe-Amman arası araştırdığım kadarıyla iki otobüs firması var, onlar da kuzey-güney hattında gidip gelirken yol üstünde insanları bırakıyorlar. Bundan da ilerde bahsedeceğim diyerek not düşeyim. Ölü Deniz yolu ise sanayi amaçlı olduğu için sadece birkaç tur firmasının otobüsünü gördüm.

Güvenlik problemlerinin kaynağına gelelim. Markette biraz bilgilenme imkanım oldu. Sürdüğüm yol sanayi yolu. Ülkedeki gaz ve petrol fiyatlarından dolayı o günlerde yoğun protestolar var. Tır sahipleri gitmek istediğim Akabe yolunu bu nedenle kapatmışlar. Medeba'da da prostestolar şiddetliymiş ama ben dün sabah saatlernde geçtiğim için bir şey görmedim. Ölü Deniz'in sularını paylaştıkları İsrail ile de problemliler. Klasik Ortadoğu problemleri.

Akabe'ye beni taşıması için market eşrafı ile bir araç bulmaya çalıştık. Mantıklı bir ücret karşılığında araçla gitmeyi kabul edebileceğimi söyledim ama söyledikleri ücret pek mantıklı gelmedi. Bir de şu var, Akabe için bir vizeden bahsettiler fakat ben tam ne olduğunu o an çözemedim. Market, wc derken bir şekilde izimi kaybettirmeyi başararak yola çıktım ve biraz sürüp bu sefer yolun ters tarafındaki okula benzeyen bir binanın içerisine sığındım. Tahmin ettiğim gibi çıktı. Burası bir enstitü. Bir anda insanlar yanıma toplanmaya başlayınca bu sefer polis geldi. Pasaportu aldı ve gitti, 10 dakika kadar gözden kayboldu. Herhangi bir yerde topluluk oluşunca ülkenin güvenlik birimleri anında yanı başınızda bitiveriyor. Buradan da bir araç imkanı çıkmayacağını anlayınca yola devam ettim. Tekrar bir 300-500 metre daha ilerledim. Artık bulduğum insana sorup bu işi bitirmeye kararlıydım. Ölüdeniz-Akabe hattını sürmeyi kafamdan tamamen çıkardım. En son kendimi Gawr as-Safi'ye kadar görünmeden atabilirsem bir şekilde çözeceğim zaten. İlçede muhakkak bir çözüm bulunur.

Yol üzerinde bulunan orta ölçekte bir oto tamirhanesine girip bisikleti yol üzerinden görünmeyen bir yere koyup kendimi de kaybettirmek için suluklarımı alıp 4-5 kişinin bulunduğu tamirhanenin içine doğru ilerledim. Artık tamamen kamufle olmuş haldeydim. Akabe'ye giden yine yok ama mutlu haber farklı bir şekilde geldi. Meyve taşıyan bir kişi ile 25 Dinar'a anlaştım. Mesafe için oldukça yüksek bir ücret olsa da el mahkum verilecek o ücret. (O gün 1 Dinar-1.40 dolar-26 tl). Ben de tekrar rotayı kontrol ettim. Artık amaç dağlara kaçıp oradan sürmek. Dana Vadisi yol ayrımında beni bırakacaklar ve bu iş bitecek. Dana Vadisi'ni tercih etmemin tek sebebi ise bolca otelin olması. Uygun fiyatlı bir tanesinde kalıp artık uyumak istiyorum. Fiziksel ve ruhsal anlamda toparlanmam gerekiyor.

Bisikleti kasası geniş araçlarının arkasına atıp Ölü Deniz kıyısındaki tarlalarına doğru yola düştük. Öncelikle çay içip sonra gidecekmişiz. Bu kişiler Pakistanlı bir ailenin erkek fertleri. 5 kardeş, baba, amca ile tanışıp hasbihal eyledik. Pakilerin arasında sapsarı Finli gibi hissettim kendimi. 😅

Bol sinekli çaya tabii ki hayır diyemedim. 2 çeşit çay var. Birisi büyük bardakta sunulan, çoğunlukla da taze nane ile servis edilen çay ki tadı gayet güzel, diğeri ise insanı şeker komasına sokabilecek kadar tatlı, ufak çay bardağına konulan bedevi çayı. 

Diyeceksiniz ki "Bu kadar Pakistan vatandaşının Ürdün'de ne işi var?" Ürdün iş açısından biraz daha aktif olduğu için Pakistan, Afganistan gibi ülkelerden zamanında gelenler var. Yerleşik düzene geçen çok. Yemenliyle de, Etiyopyalıyla da karşılaştım. Yerleşik düzene geçmeyenler burayı atlama tahtası olarak kullanıyor. Ürdün'dekiler ise Katar, BAE ve Suudi Arabistan gibi biraz daha petrolün bol olduğu ülkelere dönemlik çalışmaya gidiyor. Ortadoğu coğrafyasında yaşayanların çoğunlukla erişmek istediği ülke ise evet doğru tahmin ettiniz, Türkiye.

Yola dönelim. Bisikleti bu sefer büyük bir kamyona yükleyip üzerini örttük ve araca bindim. Kamyonla -400 metrede bulunan Al Maamura'dan dağ yoluna girip At Tafila'ya, oradan da 1560 metredeki Al-Qadisyya'ya kadar tırmandık. Bisikletle tırmanmak da güzel deneyim olurdu fakat yolda su kaynağı yok. O bakımdan aracın içinde doğru bir karar verdiğimi düşündüm. Yolda tek bir asker/polis aracı dahi görmedim.

İnsan tabii bilemiyor ama eğer kendimi bu yolun biraz içerisine bisikletle atabilseymişim muhtemelen el ettiğim bir araç beni alıp yukarı çıkarırdı. Çünkü buradan geçen araçlar tırmanmak zorunda. At Tafila'ya kadar bir alternatifleri yok. Zor memleket gerçekten. Bir yerden bir yere gitmek araç yoksa olmayacak gibi bir şey. 

Dana yol ayrımında bisikleti araçtan indirdik ve vedalaştık. O anki sevincimi tarif etmem mümkün değil. Yeni ve artık değişmeyecek nur topu gibi bir planımız var. Akabe'ye dağ yolundan yani Kings Highway üzerinden sürmek. Çadır işine de gireceğimi sanmıyorum. Çünkü gerçekten canım sıkıldı.

Wadi Dana yol ayrımına gelip çantaları tekrar taktıktan sonra birkaç fotoğraf çektim. Ruh halim de normale dönmeye başladı. Wadi Dana inişi çok sert. Pedal çevirmeden, yarın nasıl çıkacağımı düşünerek indim.

Tüm yorgunluğunu üzerimden atmak için otel bakmaya başladım. Bazen Booking'de pahalı olabiliyor. O yüzden otellere giderek ayrıca sorguladım. Yan yanalar zaten. Otel girişlerinde resepsiyon diye adlandırabileceğim yerler oldukça karmaşık ama güzel. Bu manzara ile birkaç yerde daha karşılaştım. Sürekli birşeyleri sergileme isteği oldukça belirgin. Sadelikten yana olan beni dahi etkilediğini söylemem gerek. Fotoğraftaki kişi çok benzemese de Ürdün Kralı Abdullah'ın resmedilmiş hali. Her yerde beyaz tenli bir adamın fotoğrafı var diye aklımdan geçirdiğim için kafamda Ürdün'e bir türlü Abdullah'ın krallığını oturtamıyorum. Daha çok İngiliz büyükelçisi gibi bir havası var. Karısı Kraliçe Rania da aynı şekilde Ürdün ile alakasız. 93 yılında bir partide tanışıp evlenmişler. Rania'nın anne tarafı da Türkmüş. :)

İlk otelde karar kıldım ve odayı tuttum. Otelde bana yardımcı olan çocuk Yemenli. Adı da Aboubakar. Abu da her Arap genci gibi "Ağbi Türkiye'ye nasıl gelirim" diye sordu. Ben de her Türk insanı gibi "Sınıra kadar yürü zaten girersin" şeklinde cevap verdim. Biz öyle gördük. Bu soru ilk iki günde 5 kişi tarafından bana soruldu. Biz nasıl kapağı Avrupa'ya atma konusunda ara sıra hayaller kuruyorsak buradakiler de Türkiye'ye gitme planı yapıyor. Kendilerine çok da zor olmayan yolculuklarında başarılar diliyor ve bu konuda daha fazla gevezelik yapmadan ilk bölümü bitiriyorum. Artık konfor alanındayız ve dinlenmeye ihtiyacım var.