İsveç
Okuma süresi
Okuma süresi: 29 dakika
Orta
Gamla Stan'ın Parke Taşları

Helgeandsholmen Adası'nın sonuna geldik, meleşir kuzular sesine geldik. Şöyle tasvir edeyim; iğne atsan yere düşmeyecek diye bir tabir vardır, o simülasyonun içinde yaşıyoruz. Fotoğraf olayına biraz fazla kaptırdığımız için kaybolma ihtimalimiz an meselesi. Yani İlker'e bir şey olmaz da ben kaybolabilirim. Başımı alır giderem ha, gidereemm! (İbrahim Tatlıseks sesiyle okuyunuz). Allahtan telefondan hotspot özelliğini açtı da kaybolursak oradan iletişim kuracağız artık. "35'li yaşlarda bir erkek çocuğu bulunmuştur" diye belediyeden anons yaptırmak istemem.

Bu arada yurt dışına çıkarken ilk yaptığım şey sim kartı çıkarmak oluyor. Hem dönüşte şok fatura ile karşılaşmamak hem de telefonun şarjını dolu tutmak adına böyle bir yol tercih ediyorum. Bir güzel yanı da o hattı çıkarınca sadece istediklerim ile iletişim kurmam oluyor. 1997'den beri aynı hattı kullanan bir istikrar abidesiyim. Başınız derde düşerse çekinmeden beni arayabilirsiniz. Telefon numaram: 0 532 20asdfjşksjdfsl. 

Gamla Stan'a girmeden önce hemen sol tarafındaki merdivenlerden çıkıp birkaç fotoğraf alalım istedik. Stockholm Kraliyet Sarayı'nın önündeyiz. Sarayın 1430 odası bulunuyormuş ve bunlardan sadece 660 tanesinde pencere varmış. Geriye kalıyor 770 karanlık oda. Mimari olarak da sütun ve kapıda yine aslan figürleri kullanılmış. Ayrıca sarayın kapısının önünde iki adet "mecidi aslanı" heykeli de mevcut. Aslan, her devlette olduğu gibi İsveç tarihi için de önemli bir figür. Tarihten bağımsız olarak bir ekleme de ben yapayım. "Ayı" ismi çok meşhur ve kullanılıyor. Yani birine ayı derseniz dönüp size "Ne diyosun lan?" diye bakmıyor. Bizdeki "Aslanım benim beee, aslan gibi adamsın vs." şeklindeki hitap şeklini ayıya çevir kullan. 

Stockholm Kraliyet Sarayı Sarayı arkamıza alıp kuzey batıya baktığımızda ise birkaç saat önce içinden geçtiğimiz Riksdagshuset Parlamento Binası'nı görüyoruz. İçi seni dışı beni yakar bu binanın. Mimari yapılara ilgi duyan kişiler Stockholm'de kesinlikle vakit geçirmekten sıkılmayacaklardır. Coğrafya çoğu zaman tarihten daha fazla ilgimi çekse de büyülenmediğimi söyleyemem. Yüzüklerin Efendisi okuyanlar/izleyenler cüce ırkının madencilik alanındaki yeteneğini bilir. Moria Madenleri geldi aklıma. Muhtemelen karanlıkta da güzeldir. Bina dediğin beton yığını bu kadar güzel işlenebiliyorsa bence sorun yok. Muazzam bir emek ve estetik var. Detaylar içinde kayboluyorsunuz. Tarihi yapılardaki matematiğe de ayrı hayranım. 

Mimariye doyduktan sonra Gamla Stan'a nihayet giriyoruz. Gamla Stan, eski şehir anlamına geliyor. Dar ama samimi sokakları görünce direkt olarak Kaleiçi gözümde canlanıyor ve kendimi yabancı hissetmiyorum. Maraton koşacaklar da bir yandan son hazırlıklarını yapıyor. 

Binaların renkleri sıcak. O an anladım ki İsveç sarısı diye bir renk var. Mesela alttaki fotoğrafta tam fotoğrafın ortasındaki sarı tonlar var ya, hah o İsveç sarısı benim gözümde. Pastel, sıcak, canlı sarı. Gamla Stan ve sarı binalar Eski şehir dedin mi o şehrin zemini Paris-Roubaix (Pare Rube, Fransa'da yapılan bisiklet yarışı - bahar klasiklerinin en önemlisi) parkuru gibi olması lazım. Arnavut kaldırımsız eski şehir olunca sevemiyorum nedense. Mesela nev-i şahsına münhasır Mostar'da da arnavut kaldırımı yok ama parke taşı yerine yuvarlak kaygan taşlarla donatmışlar şehri. Orası çok farklı. Mostar'ı yürümek zor, yürüyüş sonrası da ayaklarınız ağrıyor biraz. Balkanlar turumu yazmaya başlayınca değineceğim. 

Biz bu parke taşların içinden Gamla Stan'a yol alırken hediyelik eşya dükkanlarında da hareketlilik söz konusuydu. Vitrine ekmek banarcasına yanaştığımı söylemeliyim. Şu aşağıdakiler ise benim asıl ilgi alanıma giren bira bardakları. İşlemeler Floki reisin elinden çıkmış gibi. Bu bardaklardan edinseydim alıp vitrine koyardım, içmezdim. Çünkü içtiğim biranın rengini görmek bana daha bir haz veriyor. Yine de bardaklarda gözüm kaldı. 

Bu konuyu biraz açalım. Hani bir şeyi çok isteyip de şartlardan dolayı alamamak gibi bir durum vardır. İşte bu duyguyu yaşamak için bisiklet turuna çıkmanız gerekiyor. Görürsün, seversin, bir bakarsın ki koyacak, taşıyacak yerin yoktur. Tekrar gidip alamayacağını bilerek bırakırsın arda kalanları. Ama bu hissiyat tur yaptıkça geçiyor eşyaya önem vermemenin zamanla geçtiği gibi. İçeri girip incelemedim de bunların dışı toprak, içi sanırım seramik. Gerçi seramik de topraktan yapılıyor ya neyse. Birayı uzun süre soğuk tutuyor bu malzeme. Bisiklet üstünde gramın hesabını nasıl yaptığımı ilerleyen yazılarda göreceksiniz. 3+1 ev taşır gibi bisiklete her boku yüklemeyi sevmiyorum. "Atsaydın ya çantanın bir köşesine" demeyin. Öyle olmuyor o işler. 

Çevreye bakınca "Abi kilisenin önünde buluşalım" demek için ortalığa kilisedir, katedraldir serpiştirildiğini görüyorum. İstanbul'daki camiler gibi birbirine yakın ve irili ufaklı ibadet yerlerinin hristiyan versiyonu diye örnekleyebilirim. Buraya ufak bir bilgi ekleyip kafa karıştırayım. Son yıllarda bir çeşit ruh, tanrı veya yaşam gücünün olduğuna inanmayanların oranı %35 imiş. Din burada da elden gidiyor anlaşılan. Bahsettiğim kilise Storkyrkan, Ana Kilise ya da Büyük Kilise tam olarak.

Bir yandan fotoğraf çekmeye devam edip bir yandan sokakları dört dönerken muazzam güzellikteki bir telefon kulübesine rastladık. Kulübede ismi yazılı olan Rikstelefon, İsveç'te 1853-1993 yılları arasında faaliyet göstermiş telekomünikasyon firması olan Televerket'in bir markası. Sonradan firmanın ismi Telegrafverket olarak değişmiş. Telegrafverket, mevcut telgraf ağını kullanarak/genişleterek İsveç'te ilk telefon ağını 1880 yılında açmış. Blogda cidden SEO falan kastığım yok ama bu kadar gereksiz bilgiyi anlatmamın bir sebebi var. Aslında sadece "bu yazan da neyin nesi?" diye araştırmıştım. 

Tainter, ahizeyi eline alarak konuşmaya başladı: 
"Bay Bell... Bay Bell... Beni duyabiliyorsanız lütfen pencerenin önüne gelip şapkanızı sallayın." 
Az sonra Bell, 14. Cadde'de bulunan laboratuvarının penceresine geldi. Elinde şapkası vardı. Bir an durdu, sonra şapkasını sallamaya başladı.

İlk telefon görüşmesi 1880 yılında Washington'da yapılmış. O sırada İsveç'te de bu konuda gelişmeler oluyormuş. Yani biri bulmazsa bir diğeri bulacak durumları. Devr-i alemi izlemek yerine tarihte iz bırakmak istiyorsak gözü karartıp parayı Ar-Ge'ye gömmek lazım. İcat edilmemiş çok şey var, bir o kadar da hayal edilmemiş. Amerika, İsveç falan derken "Eee ama sen de bizi iyi gömdün" diyenler dolaptan bir kase yoğurt alıp yiyebilir. Yoğurdu biz bulduk, bununla da gurur duyduk. :)

Sonunda meydanlık bir yere geldiğimizi fark etmekle birlikte İsveç tanıtım fotoğraflarında sıkça yer alan Stortorget'te olduğumuzu anladım. Burası Gamla Stan'ın dar sokaklarında nefes alınabilecek, dinlenilebilecek yerlerden birisi. Bolca fotoğraf çektim, beğendim. 

İlker'in "Gel sana dondurma ısmarlayayım" sorusuna en kalbi duygularımla "evet" cevabı verdikten sonra meydandaki dondurma büfesinin yanına gittik. Yalnız "Çikolataya bandırayım mı, fıstığa da daldırayım mı?" gibi sualler olmaması bu kadar çikolata delisi bir ülke için beni ufak çapta hayal kırıklığına uğrattı. Çikolata, şeker olayı hakikaten çok mühim İsveç'te. En ufak markette bile hatırı sayılır bir şeker reyonu görmek olası. Nasıl anlatayım bilemiyorum ama haftada 1.5 kilo Konya şekeri, 2 kilo baklava, 300 adet bonibon (örnek verirken saçmalamak) falan tükettiğinizi düşünün. Çılgınlar gibi jelibon tüketiyorlar öyle böyle değil. Şeker dükkanları bizdeki baklava satan pastanenin yerini almış bir anlamda. Warmshowers'a baksan vegan dolu ama... Ödeviniz "Jelibon neyden yapılır". Araştırın yarın sözlünüz var. Eyvallah dondurma tamam güzel ama çok pahalı. İsveç standartlarında bile pahalı. Çeşit bol. Yalana yalana Stortorget'deki çeşmeye doğru gidip biraz bank sırası bekledikten sonra baktık kimse kalkmıyor, Nobel Müzesi'nin önündeki kaldırımlara çöreklendik. Bu arada Stortorget "ana meydan" anlamına geliyor. Kozpomolitin sözlük anlamı için meydanın merkezini kerteriz alıp 360 derece dönmeniz ve insanlara bakmanız yeterli. Üsküdar Vapur İskelesi'ndeki insan çeşitliliğini aratmaz. Nobel Edebiyat Ödülü'nün verildiği Nobel Müzesi meydanın kuzeye bakan tarafında yer almakta. Giriş ücretini merak edenler için hemen söyleyelim, 120 Kron yani yaklaşık 12 Euro. Müzenin ziyaret saatleri değişkenlik gösteriyor fakat en doğru bilgi için Google'a Nobel Museum yazıp bakarsınız artık. Zaten uzun yazı okuyan bile kalmamışken benden yazarak müze anlatmamı beklemeyin sevgili Rohan halkı. Stortorget günün ilk mola yeriydi. Oldukça keyifli, bir o kadar da yorucu bir yürüyüş olduğunu belirtmem gerek. Enerjiyi toplayıp yola devam edelim dedik. Kalbime giden yolun midemden geçtiğini biliyorum ve bu konuda bedenim bana minik uyarılar veriyor. Bisiklet üzerinde sürekli mideyi dolduran bir insan olarak enerji kaybına tahammül edemiyorum, yürürken de öyle. Aslında bisiklet sürerken yemekten daha çok içecek konusunda zaaflarım ağır basıyor. Neyse bu buranın konusu değil.

Sokaklar

Vücut şarjlarımızı dondurma ile fulleyip sokaklarda kaybolmaya devam ederken yine mimari açıdan muazzam bir görünüme sahip Tyska Kyrkan, Alman Kilisesi gözümüze çarpıyor. Gamla Stan mimarisi "Avrupa'da yerlere çöp atmıyolar ya" geyiğine hiç girmeyeceğim fakat benim dikkatimi çeken başka bir nokta var. Kuralların olması ve uygulanması. Aslında kuralın uygulanması biraz fazla saçma bir söylem oldu. Daha çok otokontrol olarak tanımlayabiliriz, evet tam olarak kelime bu. Otokontrol olunca her şey düzgün gözüküyor. 

Gamla Stan'ın ara sokaklarını adımlarken gözüme girecek büyüklükte bir tabelaya rastlamadım. Kapının önüne çıkıp "Biyruunn" diye kolundan tutup içeri çeken yok. Akşamın 6'sında çöp kamyonu çarşıya dalmıyor (Beşiktaş'ta dalıyor). Bir kova pis suyu dükkandan çıkarıp yola boşaltan da yok. Huzur var. Kıskançlıktan sinirin bozulmasıyla gıpta etmek arasındayım.

Japon turistler gibi ufak adımlarla ilerlemeye devam ettik. İlker'in bahsettiğine göre çok güzel fotoğraflar çekebileceğimiz bir yere yaklaştık. Valla şöyle diyim, zaten çok güzel fotoğraflar çekiyoruz. Ben insanları kadraja özellikle sokmuyorum, onlar giriyor. Günlük yaşamımda fotoğraf çekmek için çıktığımda 300 tane çektiysem 3-5 tanesini anca beğenirim fakat artık yeni yer görmekten midir bilemiyorum bu sefer oran çok yüksek oldu. Teknik detay da vereyim; Fotoğrafın kalitesi açısından pastel tonlar çok değerlidir. Keskin ışıktan ziyade yatay ışık daha homojen bir aydınlık sağlar. Gamla Stan da bu iş için cennet diyebilirim. Hem güneş alıp hem de güneş ışığını absorbe eden renkler ve yapılar görmek mümkün. Fotoğraf, biraz balık avı gibidir. Genellikle sabah ve akşama doğru iş yapar. "Yok ben illa öğle saatlerinde fotoğraf çekeceğim" derseniz de böyle dar ve yüksek yapılarla kaplanmış yerleri tercih ediniz. Biraz fotoğraf bilginiz varsa burada kötü fotoğraf çekmeniz başarı olur. Fotoğraf şu an için sadece ilgi alanım olsa da kariyerimin başlarında kazanç elde etmişliğim de vardır.

"Brända tomten" ışık huzmelerinin çok güzel yansıdığı bir üç yol. Her türlü açıdan fotoğrafını çekmiş olmamız yetmemiş gibi İlker'in "Abi dur objektifi değiştireyim" demesi üzerine biraz daha takıldık ama diğer objektif otofokus ve ISO problemi yarattı. Sonradan baktık ki fotoğrafların çoğu çöp olmuş. Ben telefonla çektiklerimden memnunum ama. Brända tomten'deki ağacın altında, banklarda ya da kafede bir şeyler içip dinlenmek güzel olabilir. Meydanda geniş geniş dinlendiğimiz için gerek kalmadı. Türkiye'de sıkça rastladığımız Çınaraltı Aile Çay Bahçesi'nin minyatürü burası. En kısa tanımla tam emekli yeri.

Yürümeye devam ederken Aziz Yorgi ve Ejderha efsanesinde Yorgi'nin ejderhayı öldürüşünü tasvir eden "Saint George and the Dragon" heykeli de yolumuza çıkıyor. Heykelin hemen çaprazında eski zamanlardaki İsveç Halkının yaşamını tasvir eden bir heykel daha var. Artık bunların fotoğrafını koymuyorum. Etrafı fotoğraflarken yine pastel tonlu binalar sağda solda 3-4 katı geçmemek kaydı ile sokağı çevreliyor. Mesai çıkışı 2-3 bira içip eve dönmelik pub tarzı mekanlar da binaların altında yer alıyor. Ve İsveç sarısı her yerden fışkırıyor, tekrar kendisini gösteriyor. Evlerin şekli şemali bile Ikea mobilyası gibi. Ya da Ikea, mobilya tasarlarken evlerden esinlenmiş. Köşeli hatlı, bitişik ve bulunduğu yere uyum sağlayan normlarda. İşlemeler haricinde dış cephelerdeki detaylar, pencereler genelde diktörtgen. Bahsettiğim sokağın adı ise söylemesi de yazmazı da zor "Österlånggatan"

"Aaa ne güzel yer lan burası" diyerek durduğumuz geçit Bredgränd. İskele tarafından fotoğrafı çektiğimiz yer olan Österlånggatan'a açılan sevimli bir geçit. O an "bred" ekmek olsa, "grand" de büyük anlamına gelse "Haa tamam o zaman kesin fırın burası" diye saçmaladığımızı hatırlıyorum. 

Gamla Stan'ı da imkanlar dahilinde tamamladık diyebilirim. Stockholm Yarı Maratonu başlamaya yakın şehir iyice kalabalıklaştı. Zamanında ben de Runtalya'da yarı maraton koşmuştum ama şu an "Sipariş veriyorum, kapıma kadar geliyor" demekle meşgulüm. Kilo vermek o kadar da dert edilecek bir durum değil. Neticesinde bir tura bakar. Reçeteyi veriyorum: 15 günlük bir tura çık, günde 100 km sür. 7-8 kg bitti gitti. Bir de dönünce insan gibi yersen tüm yazı kurtardın. Tur dönüşü benim gibi (hayvan gibi) yersen o iş olmaz. Bu dediğim yöntem teknik açıdan doğru olmakla beraber sağlıklı değil. Daha doğrusu kısa sürede büyük efor sarfedilerek verilen kilo yine kısa bir sürede yiyerek alınabiliyor. Yemesen de alırsın. Hızlı verirsen hızlı alırsın. Turlarımdan sonraki ilk 3-4 günlük sekans hayatım boyunca en aç olduğum zaman dilimi olabilir. Maratonun tam olarak nereden başladığını bilmiyorum ama start noktasına yakın olduğumuzu tahmin ediyorum. İnsan kalabalığının içindeyiz. Maraton izlemek ile kenardan koşanlara bakmak arasındaki farkı ilk kez burada deneyimledim. İkincisini de Kopenhag'da. Onu zamanı gelince anlatacağım. Seyirci de bu oyunun bir parçası. Sporculardan çok halkın verdiği destek ilgimi çekti. Sıkılmadan, yorulmadan alkışlamalar, tezahüratlar falan bunlar güzel. İnsanın çıkıp koşası geliyor böyle anlarda. Halkla iç içe olan iki spor var. Birisi maraton, diğeri de tabii ki bisiklet. 

Tüm gittiğimiz yolu biraz uzatarak geri dönerken parkur şeritlerle kapatılınca kalabalıktan dolayı dakikada sekiz-on metre yol alabildiğimizi belirtmek isterim. Avrupa'nın çoğu şehrinde olduğu gibi burada da köprüye kilit asma geleneği var. Asma kilit alıp üstüne yazı yazanından, özel günleri için kilit yaptırana kadar envayi çeşit fantaziye girişen çift var. Mesela ben bu yükün altına giremem. Gün gelir ayrılırım, içime dert olur. Sırf kilidi sökmek için uçağa atlayıp Stockholm'e dönerim. 😅 Düşünmesi bile stres yemin ediyorum. Fantazinize engel olamıyorsunuz kedinizin köpeğinizin adını yazıp öyle kilitleyin.

Maraton demişken start verilmiş ve koşu çoktan başlamış olacak ki 1 forma numarasıyla Abraham Adhanom önümüzden geçiyor. Sonradan öğrendiğime göre yarışı da ikinci bitirmiş. Abraaaaam'ı harcadılar yani. 2-3 dakika boyunca tezahüratlarımızla çene kaslarımızı yeterince gerginleştirdiğimize göre İlker'in bakmak istediği birkaç plak için müzik markete girebiliriz. Müzik market Drottninggatan isimli kapalı yolda bulunuyor. Burası alışveriş için ideal, her haltın bulunabileceği (İsveç bayrağı stickerı hariç 😁) çok kalabalık bir cadde ve motorlu taşıt giremiyor. O daha çok "Babalar" diye tabir ettiğimiz Led Zeppelin - Black Sabbath - Pink Floyd ekseninde zaman harcarken, ben ise madem metalin başkentine geldik, bakalım neler varmış diyerek Çarşamba pazarında don karıştıran teyze gibi plakları harmanlama derdine düştüm. Zaten biliyorum bir halt almayacağımı ama merak işte. Mekan çok da umduğum gibi geniş bir müzik arşivine sahip değildi. Gözüm ister istemez Opeth, Therion, In Flames plakları arıyor ama nafile. Az ileride t-shirt satan bir mekanda ıvır zıvırlar bulmak mümkün. Elimde tutmuş olduğum Iron Maiden plağının fiyatı 159 SEK yani 15 Euro (O an 63 Türk Lirası'ydı). "Plak sesi güzel de çok para" derseniz önerim Spotify Premium. En azından paranız İsveç sınırları dışına çıkmaz :) Sonuna kadar öveceğim bir icattır Spotify. İsveç'te eğer 2. el alım-satım sitelerinde vakit harcarsanız ilgi alanınıza göre absürt fiyatlara ilginç şeyler bulabilirsiniz. Mesela İlker plakları çalmak üzere olan plakçaları (tanım yaparken saçmalamak) bedavadan biraz fazlaya almış. İhtiyacım olan bir şey daha var aslında. Yurtdışındaki turlarımda bisikletin arkasına "Türküm ben!" dercesine milletin gözüne sokacak büyüklükte bayrak asmayı sevmiyorum. Onun yerine bisikletin kadrosuna minik sticker yapıştırmak daha hoşuma gidiyor. Çarşıda dolaşırken bizim bayrağın yanına bir de İsveç bayrağı stickerı yapıştırayım da dostlar alışverişte görsün diyerek sticker aramaya başladım. Tuhafiyecisine, bujiterisine, kırtasiyesine kadar eşeledik durduk tüm caddeyi. Sticker falan yok. Magnet var, kumaşa dikmek için yama var ama sticker yok. 

Fiyatlar fiyatlar fiyatlar...

Tam ümidi kaybetmişken son bir hamle ile girdim hediyelik eşya dükkanına. Bulduk. "Hah dedim bu olur". Fiyatının 3 Euro civarına denk geldiğini öğrenince üzerindeki tozu üfleyip yerine koyduğumu hatırlıyorum. Aman elimde falan yırtılır mazallah. Çingenlik yapıp dedim ben bunların 30'lusunu 1 liraya alıyorum. Çok para değil ama, bazen ya ben maliyet hesabı yapamıyorum ya da gerçekten saçma geldi fiyatı. Sonrasında "yerim stickerını" deyip aramayı bıraktım zaten. Nasıl çok para değil? 3 Euro lan 3! 

Uzun süredir bu kadar yürümediğimi fark ettim. Dünyanın en çok mesafe kat eden meslek gruplarından birisi berberlerdir. Olduğu yerde dönüp dururlar ama çok yürürler. Bizim de farkımız yok artık. Sadece alan biraz geniş. Bilsem Strava açardım. Geçenlerde bir yerlerde görmüştüm. Kediye gps takıp kaydetmişlerdi. Kedinin çizdiği yol gibi haritayı karaladık resmen. Yorgunluktan günün ikinci molasını vermek için Sergels Torg'a (Kulturhuset'in bulunduğu meydan) geldik. Kulturhuset, İsveç'in merkezinde devasa bir kütüphane. Şehrin en kalabalık meydanlarından birine kütüphane yapmak ise muazzam bir şey. Çantaları sırtımızdan atmanın mutluluğuyla Sergels Torg'un köşesindeki bir mekana oturduk. Bira teklifi geldi. Kabul. Lageri mideye gönderdim. Eriksberg eh işte gibilerinden bir İsveç birası. Restoran fiyatı 70 SEK yani 7 Euro (O anda 23 TL). Şimdi bir şeyi beğenmediğiniz zaman bok atarsınız ya, hah işte o zaman Dr. Jekyll'dan Mr. Hyde'a dönüşmüş oluyorsunuz. Dönüşmemek imkansız çünkü biranın Systembolaget fiyatı 1 Euro 75 cent. Bara gidersiniz, gece kulübüne girersiniz o zaman anlarım. Ben de hesap makinesiyle hesap yapan esnaf gibi vergiyi ekle, amortismanı düş, 23 bölü 6 eşittir 4 diyerek bu kadar fark olmaması gerektiğini kendime idrak ettirmeye çalıştım ama yok. Yorgunluğun üzerine içilen her bira güzeldir yalanıyla avundum. Teşekkürler İlker Bey. 

Bira beklerken arkama yaslanıp ortalığı gözlemleme fırsatım oldu. 25 yaşlarındaki kızın bir tanesi her seferinde 4-5 adet yuvarlak ve ağır hortum kütlesini omuzlayıp yukarı götürdü, aşağı indi, sonra yine yukarı. İşini yaparken kimse bakmıyordu. Görmemiş olarak ben bakıyordum. Ülkede kimse kimseye bakmıyor bakmıyor canlarım. Hadi baktı diyelim, fikrini belli etmiyor. Fikrini belli etti diyelim, çok fazla açıklama yapmıyor. Açıklama yaptı diyelim, uzatmıyor. Bir şey sorduğunuzda da tam tersi, ikna olana kadar yardımcı oluyorlar. Ablayı anlatmaya başlamışken İsveç'te cinsiyet, sınıf, din, ırk, mezhep vs. hiçbir şekilde ayrım yapılmadığından bahsetmeme gerek olmasa da bahsedeyim. Farklı bir gözle bahsedeyim; Ağır iş makinelerini kadınların kullandığı gibi -tur boyunca çok gördüm- erkekler de kadınların yaptığı x bir işi yapabiliyor. Türkiye gibi Ataerkil bir toplum değil. Ben kafa olarak ataerkillik ile modern düşünce yapısının (artık neye yorarsanız) ortasında yer alıyorum. Eşitliği desteklesem ve keşke eşit olsak desem de kafamda düşündüğüm çeşitli argüman ve gerçekler eşit olmadığımız fikrini zihnimde oluşturuyor. Şu yazdıklarımı götünden anlayanlar eminim olacaktır ama bu yazarak açıklayabileceğim bir durum değil. Çok uzun mevzu. Tepki yememek için de burada kapatıyorum. Yeri geldiğinde tekrar açarım. Blog bana ait ne de olsa :)

Engelli ve bebek arabaları için yapılmış merdivenler dikkatimi çekti. Siz ortadan yürürken tekerler basamağın yan tarafındaki yüzeyde hareket ediyor. Böyle ufak ama önemli detayları görmek güzel. 

Güneş yerini gölgeye bırakmaya yüz tutmuşken, bizim de yavaştan günü bitirme vaktimiz geldi artık. Birkaç mağaza daha gezip ardından market ziyareti yapacağız. Yani yine yürünecek yol var. Akşam yemeği için yenilecek yemeğe karar verildi, balık. Balık olunca da tahmin edildiği gibi somon. Serap'ın siparişlerinin gelmesiyle beraber benim de merak ettiğim market ziyaretini gerçekleştirdik. Gittiğim yerlerde market gezmek bazen müze gezmekten daha zevkli. Sipariş dahilinde "Gelirken küçük yoğurt alın" da vardı. Zaten bir Türk annesinin küçük yoğurtsuz sipariş verdiği tarihte pek rastlanan bir olay değildir. İskandinavya ve küçük yoğurdu aynı cümlede kullanmak biraz ilginç olsa da evet Türkiye'den geliyor ve ürün satışa hazır hale gelmeden önce muhtemelen elli tane denetimden geçtiği için yüksek olasılıkla bizim market yoğurtlarından daha sağlıklı. "Yoğurtla balık mı yenir?" gibi bir soru sormadan önce "Balık taze mi değil mi?" diye sorun. İkinci sorunun cevabı evet ise yiyebilirsiniz. Stockholm deniz seviyesinde bir şehir. Bisikletle farkında olmadan tırmandığım 100-150 metreleri saymazsak İsveç'in güneyi de aynı şekilde diyebiliriz. Çok yükselti olmaması şehir içinde bisiklet kullanımını arttıran etkenlerden birisi. Hollanda, Belçika, Danimarka gibi ülkeler için de aynı şey geçerli. Ülkenin her tarafında su kütlesi var. Dolayısıyla balık tüketimi de bir hayli fazla oluyor. Balık varsa affetmem açıkçası.

Market gezen Youtuber'a dönüşmek gibi bir niyetim yok ama bu turda bazı şeylerden bahsetmezsem olmaz. Diğer yazılarda bunu göremeyeceksiniz. Neyse ilgi duymayan birkaç paragraf ilerden devam edibilir. Çünkü ben de okusam öyle yaparım. :) Market girişlerinde çocukların yemesi için muz, elma, armut gibi meyveler var. Bunlar ücretsiz. Ülke genelinde böyle. Umarım bu manzaraları kendi ülkemizde de görürüz ama hayal etmesi bile zor. Gün geçtikte dibe batan ekonomimizde mevzu bahis çocuk bile olsa bedavaya bir şey sunmak imkansız artık. Ayrıca bizde herhangi bir ürünü bedava yapacak olan marketin güvenlik sonuçlarına katlanmayı da göze alması gerekecek. Ekmek reyonuna geldiğimde buğday tarlasında geziyormuşum gibi hissettim bir an. Tam buğdayından çavdarına kadar lifin içindeyim. Ekmek güzel ülkemizde ana besindir. Bir şey varsa ve o şey azsa ekmeğin içine koyar yersin genelde. Ekmek parası diye bir şey var en azından. İsveç'te ekmek etten pahalı bazı durumlarda. 

Et konusunda yine de çok çeşit var. İster aynı ürünü (aynı ürüne yakın bir ürünü) uygun fiyata alabilirsiniz, isterseniz de kredi kartınızı teslim edip gidebilirsiniz. Bazı durumlarda dana eti tavuk etinden ucuz olabiliyor. Tavuk eti fiyatı ile ilgili birkaç şey söylemeden önce elinizi yüzünüzü yıkayıp kendinize gelmenizi tavsiye ederim. Tavuk budunun kilosu 149 SEK yani 14 Euro (O anki fiyatı 60 Türk Lirası). Tavuk hiç bu kadar değerli olmamıştı gözümde. Kalitesinden ziyade üretim kapasitesi ile ilgili olduğu aşikar. Bir şey az bulunuyorsa pahalı, bol ise ucuz. Gelelim deniz ürünlerine; uskumru, somon, midyeler, istiridyeler vs. reyon güzel. İstiridye ucuz bak. Türkiye'de midye bol ama istiridyenin ticari satışı yok diye biliyorum. Tezgahta gözüme çarpan bir ayrıntı daha var. Çupranın kilogram fiyatı, kalkan ailesinden olan pisi balığının yaklaşık iki katı. Daha önce görmediğim için ne olduğunu çözemediğim değişik cinste balıklara da rastladım. Herhangi bir kişiyi ülkenin ortasına bıraksalar, büyük bir su birikintisinin göl mü deniz mi olduğunu anlayamaz. İç kısımlardaki çoğu yerde tatlı su ile tuzlu su karışıyor. Bu da su ürünü çeşitliliğini arttırıyor. 

Somonu görünce "Kardeş bu nerenin somonu?" diye sorası geliyor insanın. En son bu rengi Kuzdere'de yakaladığım alabalıklarda görmüştüm. Zamanı gelse de yine gitsem. Market alışverişini yapıp trene atlıyoruz. İndiğimiz yerde son birkaç şey daha alıp eve yürüyerek gideceğiz. Başka çaremiz yok zaten. Tren istasyonunda her renkten, her milletten insan görmek mümkün. İsveç'te de göçmen sayısı hatırı sayılır seviyede. 

Biniyoruz, iniyoruz ve son kalanları almak için diğer markete giriyoruz. Burası biraz daha butik bir market. Sebze-meyve reyonunda yine fiyatlara göz atıyorum. Bir demet marul 20 SEK yani 2 Euro (O anki fiyatı 8 TL). Kavunun kilosu 35 SEK yani 3.5 Euro (O anki fiyatı 12 Lira). İndirime girmiş üzümün ise 25 SEK yani 2.5 Euro (O anki fiyatı 9 lira) İyi ki indirime girmiş diyerek reyondan uzaklaşıyorum. 

Systembolaget kapanırsa bira almak için bu tarz marketlere geliyorsunuz. %3.5 alkol kimi memnun eder bilemem ama acil durumlar için başka seçenek yok. Bira konusunda da bir şeyler söylemek istiyorum. Aslında bu durum İsveç özelinde değil. Türkiye şartlarında en ucuz bira bildiğimiz gibi pilsner yani standart Efes, Tuborg gibi açık renkli biralar. Ülke sınırlarımız içerisinde IPA, stout, ale tarzı biralar ise haddinden fazla pahalı. Bu pahalılığa Türk üreticilerin imal ettiği butik biralar da dahil. Avrupa'da ise böyle saçma bir durum söz konusu değil. Mesela Sırbistan'ın köyünde bile farklı stillerde bira bulunabiliyor. "Derdimi dökersem derin dereye, doldurur dereyi düz olur gider" demiş Aşık Veysel. Ziyadesiyle dertli olduğum bir konu olduğu için bahsetmek istedim.

Dönüş yolu

Alışveriş faslını bitirip evin yolunu tuttuk ama artık ayaklarımız acıyor. Eve yaklaşırken günün son molası için durağımız Långbroparken. Evin yakınlarında kafa dinleyecek bir park olması güzel. Burada sürtünmeden dolayı alev almış ayakkabılarımı çıkarıp nirvanaya eriştim. Suya daldırsam "cosss" diye ses gelebilirdi. Parkın sessizliği tüm yorgunluğumuzu alırken yavaştan hava kararmaya başladı. 

Yukarlarda bir yerlerde bahsetmiş olabilirim. Fotoğrafları yüklerken genellikle görüntüyü bozan çöp, poşet vb. tanımlanamayan cisimleri siler öyle yüklerim ama park o kadar temiz ki burada gerek kalmıyor. İnsanın sincap olası, eline cevizi alıp çayır çimen koşası geliyor. Älvsjö güzel mahalle. Fiyatını sorduğum ve "çoh para abi bunlar" cevabını aldığım güzel evler var. Çocuğu kapıp götürecekler korkusu olmadan sal evin önüne oynasın, sen de çayını yudumla. Kar yağdığında burayı düşünemiyorum. Eve doğru yürürken bitmek bilmeyen yeşil çimenlerin sonunda Långbro Bollplan adı bir spor merkezi gördük. Kız-erkek karışık futbol oynuyorlar. 90'ların çocuğu olarak mahalledeki arsada topun peşinden az koşturmadık. Çünkü böyle imkanlara sahip değildik. Ama o günleri düşündüğümde aklıma "Sezen" geliyor. Aksu olan değil :) Adım alıp takım yaparken herkes Sezen'i almak isterdi. Sezen kısa saçlıydı, vücut fit, kemikler çıkık, adımlar fuleli. Çalımını atar gole giderdi Sezen. Ben fotoğraf çekerken İlker'in "Abi telefonu yüzlerine tutma, rahatsız olabilirler" demesini önceden tahmin ettiğim için dikkatli davranıyorum. 

Bu konuya da bir paragraf açalım. Biraz soğuk ve çekingen olan İskandinav ırkının özeline girmek sevimsiz bir hareket olabiliyor. Özellikle aileler rahatsız oluyorlar. Çocuk sevme alışkanlığı hep "uzaktan". Bizdeki gibi agucuk bugucuk diyerek bebek arabasındaki çocuğu alıp sevmeye kalkışırsanız dayak yemişten betere dönersiniz baştan diyeyim. Burada çocuk en özel şey. Her şeyin kuralı olduğu gibi çocuk sevmenin de kuralları var. Yazılı olan ve olmayan kurallar bunlar. Dolayısıyla herhangi bir ülkeye giderken yazılı olmayan kurallara riayet etmek sağlığınız için faydalı olacaktır. Özel alanıma kolay kolay insan sokmamaya çalışan birisiyim. İş yalnızlığa varacak seviyeye gelebiliyor ama sorun yok. Ona da alışkınım.

Yukardaki fotoğrafta gözükenler kuşburnu değil baştan belirtelim. Kuş üvezi ağacı ve meyvesi. Ağaçtan ziyade büyük bir çiçek gibi görünüyor. Meyvesi ve yaprakları meyve çayı yapımında falan filan işte anladınız siz... Benim bahsetmek istediğim başka konu aslında. Evlerin bahçeleri derli toplu, düzgün, nizami. Fakat bazı ağaçların meyveleri artık ağacın dalını kıracak kadar yere sarkmış durumda. Özellikle elma ağaçları. Başıboş olmayan, bir evin bahçesine ait ağaçlardan bahsediyorum. Meyvelerin toplanmamasının nedenini bilemiyorum. Sanki dekoratif amaçlı öylece duruyor. Şimdi sindirimi rahatlatır, şeker hastalarına iyi gelir vs. diye zırvalamak istemiyorum ama yararlı meyvedir nihayetinde elma. İsveç mutfağı diye bir şey olmadığı için muhtemelen elmayı herhangi bir yere konumlandıramamışlar. Aklıma başka bir şey gelmiyor.

Eve ulaşınca yeni alınan oyuncaklara sevinen çocuk gibi biraları çıkarıp dolaba koydum. 

Milli piyango sıralı tam liste: Götlands Sleepy Bulldog - Grebbestad Oktoberfest - Singha - Hale to Nothing - Commeerzienrat Riegele - S:t Eriks Oktober

Daha önce hiçbirini içmediğim için çok heyecanlıydım. Benim için gezilerin özel kılan anlardan birisi de bira tatmak. Bu fotoğrafı çekerken de Guinness Extra Stout'u ilk kez denedim. Güzel bira fakat yine de Guinness'in normal fıçısı daha güzel. Fullers, Guinness, Brewdog gibi ada biralarına özel ilgim var zaten. Ben anladım ki sıkı bir Ale hayranıyım. Systembolaget'ten her gün değişik bira alsam 1 yıl boyunca farklı bira içebilirim herhalde. Serap'ın yemekleri bizi kendimize getirdi. Dediğine göre İsveç'te yemeğin yanında sos olmazsa dövüyorlarmış. Daha önce kaşarlı alabalık yapmıştım ama sosla denememiştim. Acayip lezzetli olduğunu söyleyebilirim. Sofranın yarısını yedim diye hatırlıyorum. Günün yorgunluğuna verin artık. Yemekten önceki biralar, yemekteki biralar, yemek sonrası biralar :) çay-kahve faslı, sohbet derken ağırlık çöktü üzerime. 

Biraz dinlendikten sonra kendimi zorlayarak kutu içerisinde evin köşesine bıraktığım bisikleti kurmak için balkona çıktım.

İlker: Altan bak kaçırma vidaları. Tahtaların arası boşluk, alamayız sonra. 
Altan: Tamam abi (İki dakikaya kalmadı birkaç vida düştü ve tahtaların arasına yuvarlanıp karanlığa gömüldü).

Neyse ki kendimi bildiğim için yedek vida getirmiştim yanımda. Bisikleti ayağa kaldırdım ve ertesi sabah erkenden çıkacak şekilde planımı yaptım. Artık salona geçip sohbet zamanı. Geçmişten, gelecekten, İsveç'ten, Türkiye'den, oradan buradan konuştuk. İlker'in balina sesleriyle ilgili bir projesi var. Ondan bahsetti. Kulağımla dinlemeye çalışırken ruhum uykuya dalmış durumda tabii benim. En son dayanamayıp "Abi kapat balinayı da yatalım artık" dedim. Ben olmuşum balina. Uyudum ve artık... 

Tur başlıyor! 

Pazar sabahı erkenden uyandım. Hayatımda Pazar sabahları beni uyandırabilen birkaç şey var. Birisi balık avı, diğeri de malumunuz bisiklet. İkincisini dilim döndüğünce anlatmaya çalışacağım. Gerçi bu söylediğime artık inanasım gelmiyor. O kadar miskinim ki, son zamanlarda yaptığım turlarda saat 10'dan önce hareket edebilirsem büyük bir iş başarmış gibi hissediyorum. Tecrübe kaynaklı bir rahatlık da denilebilir. "Erken kalkan yol alır" tam olarak yapmam gerekenleri bana hatırlatan bir deyim. Bisikletin kurulumunu geceden yaptığım için yorgun da olsam kafam rahat. Stockholm'deki ilk durağımdan ayrılıyorum artık. 

Bilmediğim ülkenin bilmediğim yollarında başımın çaresine bakmam gerekse de keşfetme duygusu o kadar ağır basıyor ki. Aklımda hayal ettiğim coğrafya ile karşılaşacak mıyım sorusu hep vardır. Aynı zamanda cevabın olumlu ya da olumsuz olması umrumda değildir. Ben soruyu merak ediyorum. Bilinmezliğin verdiği hissiyat ise çok acayip. Seyahat etmeden önce internetin altını üstüne getirip araştırma yaparken kendini kaybedenler var. Tercihler görecelidir fakat bu duruma benim aklım bir türlü ermiyor. Her şeyi keşfedip öğrendikten sonra "gitmek" kelimesi anlamını yitiriyor. Deneyimlemenin farklı olduğu konusuna tabii ki katılıyorum fakat Youtube'dan izledikten sonra "Ben bunu biliyordum" cümlesini biraz fazla dile getiriyorsanız bence sorun var. Bu konuda biraz fazla titizim. Heyecanım kaybolmasın diye gideceğim yerin fotoğrafına dahi bakmaya çekiniyorum. "Peki sen hiç mi merak etmiyorsun?" diye sorular gelebilir. Ben tek merak ettiğim şey yolun durumu :) En fazla baktığım yer ise Google Earth. Orada bir adet 3D adam var ve çok severim kendisini. Atıyorum haritanın üzerine, yola meteor düşmüş mü kontrol ediyorum. Lastik, ekipman vb. ihtiyaçlarımı tahminen karşılayabilmem için yol durumunu bilmem önemli. Sanki tek değil de iki farklı insan gibi planlıyorum turun öncesini ve tur anını. Bir de böyle büyük işlere girişince plana sadakat fazlasıyla ütopik olabiliyor. O plan ne kadar kesin kurallar içerirse maalesef patlama riski de o kadar yüksek. 

Turun genelinde tutmayan planlar var. Tutmadığı için beni etkiledi mi? Hayır. Yola "karşı çıkarsan" yol sana engeller sunmaktan asla vazgeçmez. Bazı yerler ya da durumlar senin ne kadar hırslı olmanla ilgilenmez. Sadece kişisel tatmin. İnsan, hırslarını başka yerlere saklamalı. Özet olarak plan programımı yine yapıyorum ama gelişine vuruyorum. 

Kahvaltımızı yaptık, Led Zeppelin'imizi dinledik. Eee geriye ne kaldı? Son çaylar içildi ve kapının önüne çıkıldı. Ev halkına bana gösterdikleri misafirperverlik için teşekkür ettim. Kısıtlı zamana çok şey sığdırdılar. İlker yordu beni İlker. Stockholm'ü gezelim derken harita kadastrocuya döndüm yemin ediyorum. Gamla Stan haritası tasarlayıp Counter Strike mapi olarak atacağım ilerde asdfşaslj 😁 Şaka bir yana olabilecek en uygun hava şartlarında Stockholm'ü de aradan çıkarmış oldum. 

Ben bu yazıları yazarken İlker ile aramıza 🐈‍⬛ girdi. Uzun süredir konuşmuyoruz ama kırgın da değilim. Hayatta böyle şeyler maalesef oluyor. İnsan ne yapıyorsa kendine yapıyor.

Tekrar dönmek umuduyla.